Dec 5, 2022
Personal
Benliğime çok önemli etkileri olduğuna inandığım bir süreci tüm samimiyetimle paylaşmaktan büyük bir mutluluk duyuyorum. Bir sonraki yazıda buluşmak dileğiyle... Keyifli okumalar dilerim.
Üniversiteye başlamamın henüz ilk yılı. Uzun ve zorlu uğraşlar sonunda nihayet kendimi istediğim bölüm ve üniversitede bulabildim. İstanbul’a geldiğim tarihte okulların açılmasının üzerinden neredeyse iki hafta geçmişti. Yine de meraklı ve heyecanlıydım… Bir yandan da gidişatın nasıl olup biteceği ile ilgili endişelere sahiptim.
Annem ve babam ile ayrılıp onları yolcu etmemle daha belirgin başlayan süreç büyük bir ivmeyle akıp gidiyordu. Bu arada ben; her geçen gün yeni insanlarla tanışıp, çevreyi ve insanları gözlemliyor, etrafımı ve iç dünyamı daha fazla keşfediyordum. Başlarda, yaşadığım yerleri değiştirmem gerektiği de oluyordu. Ama bir iki yerden sonra en nihayetinde Türkiye’nin farklı bölgelerinden insanların bir arada olduğu, Kadıköy’ün işlek caddelerinin birindeki bir yurtta bulmuştum kendimi. Türlü insan manzaralarına, caddenin ve bölgenin işlekliği nedeniyle, türlü trajedilere tanık olduğum koca bi bir yılı burada geride bırakmıştım.
Her şey olanca hızıyla yaşanıp gidiyorken öncekinden daha farklı arayış ve sorgulamalara da gün geçtikçe daha fazla dalıyordum. Üniversiteye ve şehre gelmeden önce kafamda canlanan pek çok şey zamanla değişime uğruyordu.
Bir terslik vardı!
Etrafta olan bitenlerde içime sinmeyen ve beni huzursuz eden bir şeyler olduğunu fark ediyordum. Bu huzursuzluğun üstesinden gelmek için kişisel gelişim, deneyim kazanma gibi türlü ‘‘bahanelerle’’ zaman içinde kendimi daha da meşgul ediyordum. Bu çaba, içinde olduğum bütün alanlarda kendisini gösteriyordu. Olanlara kendi kendime tam bir karşılık bulamadığım zamanlarda ise sorgulamalarımı başka insanlara taşıyordum. Aslında bu yolla, aradığım cevapların başkalarından gelmesini ümit ediyordum. Nitekim derslerde gidişatımızı irdelemek isteyen öğretmenlerimize ters giden bir şeyler olduğundan söz ederken de aslında niyetimin bu olduğunu anlayabiliyorum.
Bir hukuk felsefesi ve sosyoloji dersinde, dersin öğretmenine; etrafta olan bitenlerin ‘‘saçma hatta tiksinç’’ geldiğinden söz ediyordum mesela. Kendilerinin bizim için, bizim de kendimiz için gösterdiğimiz bunca çabanın, esasen, zaten bozuk olan bu sistemin çarkını çevirmeye yardımcı birer dişli olmaktan ibaret olduğunu, bunu desteklemeyen her eylem ya da karakterin zaten dışlandığını, bu durumun kendileri için de rahatsız edici olup olmadığını tartışmak istiyordum. Bir başka derste ise beklediğini bulamayan kimse var mı diye soran öğretmenime; burada olanların, tüm iyi niyet ve özverisiyle daha iyisini ortaya koymak isteyen azınlık taraflara rağmen önemli ölçüde bilimsellikten uzak, öğrencilerin hala geleneksel yöntemlerle ele alındığını, yaklaşımların bu çerçevede şekillendirdiğini ve öğrencilerden de bu çerçevede şeyler beklenildiğini söylemiştim. Tüm bunlar bu zamana kadar bir şekilde ötelenmiş olan varoluşsal sıkıntılarımdan da olabilirdi. Yahut bireysel yetersizliklerden… Ama felsefe öğretmenim ile ders sonunda bir araya geldiğimizde önerdiği üç kitap (Jean P. Sartre-Bulantı, Albert Camus-Yabancı ve Veba) işittiği şeylerin daha çok varoluşsal sıkıntılara işaret etiğini anlatır nitelikteydi.
Nihayetinde, böyle bir dönemdeyken, hali hazırda zaman geçirdiğim çevrede olanların beni sorularıma cevap bulamayacağım ya da bu minvalde bir sonuca götürmüş olacak ki, kendimi farklı alanlarda zaman geçirirken bulmaya başlamıştım. Tabi bu sırada tartışmalarıma cevap olmasını umduğum kitaplar da hep benimle birlikteydi…
Artık kendimi farklı düşünce ve ilgi alanlarına sahip, dert ve gündemlerinde birbirlerinden farklılaşan insanlarla, farklı üniversitelerde, etkinliklerde önceleri sahip olduklarımın dışına çıkan yahut temas eden çevrelerde buluyordum. Tam da bu dönemde, temas ettiğim çevrelerin birinde gördüklerimin beni heyecanlandırdığını fark etmeye başladım. Öyle ki ilişki içinde olduğum insanları bu alanlardan haberdar edip, onları da bu heyecana ortak etmeye gayret ediyordum. Sözünü ettiğim çevrede gördüğüm en öne çıkan şey kesinlikle sahip oldukları tutkuydu. Kendi dünyasına göre değişen nedenlerle bir araya gelen bu insanlar büyük bir seyahat tutkusuna sahiptiler. İnsanların daha özgürce hareket ettiği, yargılardan uzak, deneyimlerin keyifle paylaşıldığı, insanların birbirlerine ilham verdiği, kendilerini çevreleyen olumsuzluklardan bir şekilde sıyrılan insan gruplarının benzer paydalarda bir araya gelebildiği bir alan. Ama tabi bu manzaranın kişiden kişiye değişeceği de bir muhakkak. Dolayısıyla iç dünyamdan kaynaklanan nedenlerle olanları bu şekilde görmüş ve yorumlamış olabileceğim gibi tam aksine aynı nedenle görmemiş ve yanlış yorumlamış da olabilirim. Ama yine de beni daha çok cezbeden başka bir şey daha vardı; insanların hikayelerini dinlerken bende içten içe uyanan hisler… Sonraları en öne çıkan duyguların daha önce de dile getirdiğim heyecan ve beraberinde gelen korkunun olduğunu fark ettim.
Wanderer above the Sea of Fog (c. 1818) by Caspar David Friedrich.
Seyahat etmek için artık daha çok arzu duyuyordum. Ama bir yandan da daha çok korkuyordum. Bu iki duygunun getirdiği çatışma; konfor alanından çıkmaya çalışan her bireyin karşı karşıya kaldığı zorlanmalara beni daha da sürüklüyordu. Evet “sırt çantalı gezgin” ruhu beni günden güne daha çok sarıyordu.
Hal böyleyken yaşamın getirdiği zorluklar gerek yaşım gerekse bunun dışındaki gelişmelerle etkisini daha da artırıyordu. Kendimi farklı duygular ve beklentiler arasında daha çok sıkışmış buluyordum. Belki olağan koşuşturmalarıma devam ediyor, keyifli zamanlar geçiriyordum ama içimi saran tartışmalara da son veremiyordum. Kendimden beklentilerim, kendimi hiçe sayan boyutlarda olmamasına rağmen, o zamana kadar hep başkalarını temel almıştı. Üstelik zaman geçtikçe başlarını esas alanlardan ziyade kendime dair beklentilerim de filizleniyordu. Başkaları için yapabileceklerimin önündeki engeller çok uzun ve aşılamazmış gibi geliyordu. Gerçekler yüzüme vuruyordu. Bir noktaya geldiğimde kişisel ve toplumsal düzeyde gerçekleştirmek istediğim şeylerin çatışmasına tanık oluyordum. Evet, başkaları için yapabileceklerimi toplumsal düzeyde hayal ediyordum. Nitekim böylesi bir duygu, sahip olduğum tüm inanca rağmen ağır da geliyordu. Buna karşın kendime dair beklediklerim, daha çok yaşadığım dünya ile kendi dünyamı keşfetme, yeni insanlar ve kültürlerle tanışma, konfor alanının ötesinin getirdiği merak ve korku duygusunun yarattığı heyecan etrafında örülüyordu. Aynı potada eritebileceğim bir kurguyu mümkün kılamıyordum. Dolayısıyla bir anlamda çıkmazın içindeydim. Tüm olanların yanında kişisel ve ailevi hayatımda olanların yaşattığı güçlüklerle de yüz yüze kalıyordum. Ben bir çözüm için kafa yormaya, bir şeyler denemeye devam ederken hayat da araya girmekte ısrar ediyordu.
Gelinen noktada hayatın tüm olağan koşuşturmaları yanında kendimi; içinde olduğum sistemi sorguladığım, kendi varlığımı temellendirmekte zorlandığım, etrafta onların saçma geldiği, ilişki ve iletişimlerin karmaşıklığına tanık olduğum, önceleri kurduğum hayaller ve koyduğum hedeflerin mevcut koşullarda uzağına düştüğümü hissettiğim bir dönemden geçiyordum. Kendimde keşfettiğim yeni duygular karşısında kendimden kendim için beklediklerim ile insanlar için ortaya koymak istediklerim arasında sıkışmış olduğum bir halde yaşamımı sürdürüyordum. Bazen de yola çıkmak için kendimi çabalarken bulsam da, bunlar beyhude çabalardan öteye geçmiyordu. Bir tarih koymak istediğim zaman türlü bahanelerle ileri atıyordum. Çantamı yola çıkmak için hazırlayıp sonra tekrar pes edip, kaldırana kadar bir kenarda bekletiyordum. Uydurduğum bahaneleri ortadan kaldırarak kendimi zorlasam da yeni bir bahaneyle tekrar ortaya çıkıyordum. Ama bir gün geldiğinde hiçbir bahaneye sığınmadan kendimi yolda bulmuştum.
devamı gelecek…